Bu Blogda Ara

26 Haziran 2012 Salı

BİR ZAMANLAR ANADOLUDA...(ideal hukuk dergisi 9. sayısında sinemada seyrü sefer bölümünde yayınlanmıştır)

                                                                                                                                  Av. Vildan ŞİMŞEK


Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar...

Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile ilgili izlenimlerime geçmeden önce, filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ve onun filmlerinin ruhundan kısaca bahsetmek istiyorum. Nuri Bilge Ceylan sinema dünyasına ilk adımını bir kısa film olan Koza (1995) ile attı. Sinema yolculuğu Kasaba (1997),  Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002), İklimler (2006), Üç Maymun (2008)  filmi ile devam etti.  Ceylan’ın her filmi ulusal ve uluslararası platformlarda birçok ödülle taçlandırıldı. 2008 Cannes Film Festivali’nde “Üç Maymun filmiyle en iyi yönetmen ödülünü alırken söylediği şu sözler hala hafızalardadır: "Bu ödülü birisine adamak istiyorum. Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme..."
Aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan Ceylan’ın filmleri görsel bir şölendir. Hemen hemen her sahnenin estetik bir fotoğraf karesi olduğunu söylemek mümkündür. Bu yönetmenin filmlerinde kişiler değil; görüntüler konuşur, doğa konuşur, nesneler konuşur… Sahneler ağır ağır etkileyici bir şekilde perdeye akıtılır. Halin dili derin bir anlatımla sunulur. İlk etapta anlaşılabilmesi çok da kolay olmayan filmlerinde izleyici film boyunca adeta bir imtihandadır. Emile Cioran’ ın  Acı sessizliğin gölgesinde kendi tadını çıkarır” sözü onun filmlerinin ruhunu en iyi şekilde özetler. Her sahnesinin bir kitap sayfası gibi iyi okunması gereken filmlerinin sonunda aldığınız edebi tat ise kolay unutulmayacak cinstendir. İşte bu yüzden, sinemaya çok da düşkün olmamama rağmen, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin bende ayrı ve özel bir yerinin olduğunu söyleyebilirim.
Bir Zamanlar Anadolu’da, yönetmenin diğer filmleri ile kıyaslandığında kişiler arasındaki diyalogların arttığı daha konuşkan bir film. Geçmişe gitmiyor, bulunduğumuz zamanı anlatıyor. Oyuncu kadrosu da bir hayli geniş.  Ayrıca ortalama standartlara göre biraz uzun bir film. Yaklaşık 2,5 saat sürüyor.  Her ne kadar bazı izleyicileri tarafından eleştirilse de tüm bunlar,  Ceylan’ın bir kitap yazarı gibi özgür davranarak; sinemada kendisini belirli kalıplarla sınırlamak istemediğinin bir göstergesi diye düşünüyorum.


Bir Kasaba filmi olan Bir Zamanlar Anadolu ’dada çekimler için Anadolu’nun tam da ortası diyebileceğimiz bir yer, Kırıkkale’nin Keskin ilçesi tercih edilmiş. Bu bölgenin dağlar tarafından çevrilmesi, bozkırlı yapısı, uzun ve kıvrımlı yolları ve çeşmeleri ile filmin dokusuna çok uygun bir seçim olduğunu vurgulamalıyım. Biraz araştırdığımda filmin senaristlerinden ve oyuncularından Erdal Kesal’ ın Kırıkkale’ de yedi yıl doktor olarak görev yaptığını öğreniyorum. Bölgeyi bilen ve bizzat yaşayarak tecrübe eden birinin filmdeki payının çok olması filmin gerçeklik algısına katkı sağlayarak işin kıvamını daha da güzel hale getirmiş. Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki sinema perdesi açıldığı andan itibaren ben Anadolu’daydım. Anadolu’yu duyuyor, hissediyor ve kokluyordum…
Filmde oyunculuklar üst düzeyde. Muhtar rolündeki Erdal Kesal oyunculuk anlamında benim için zirvede yer alıyor. Fırat Tanış ise neredeyse hiç konuşmadan bir suçlunun psikolojisini mükemmel bir şekilde yansıtmış. Doktor rolündeki Muhammed Uzuner savcı rolündeki Taner Birsel’e göre bir adım önde.  Komiser Naci rolü için Yılmaz Erdoğan’ın tercih edilmesini ise doğru bulmadım. Yılmaz Erdoğan filmleri ile zihnimde oluşan portreyi Komiser Naci’ de bir türlü silemedim.  Onun yerinde tıpkı Muhammed Uzuner gibi ekranlarda çok fazla eskimeyen bir yüz yer almalıydı.
Ceylan’ın bu filminde de nefes kesen fotoğraf kareleri var. Filmi izlerken bu kareleri elimle çekip almak ve bir daha da bırakmamak istedim. Acı, ölüm, çaresizlik, vicdan azabı, hüzün, yalnızlık, umut, kader… Ve bu üç noktanın önüne sığdıramadığım birçok duygu film boyunca etkileyici görüntüler eşliğinde izleyiciye geçiriliyor.  Zifiri karanlık bir gecede kurulan ışıklandırma sistemi ile ortaya çıkarılan, bir güz gecesi güzelliği,  filmin başarısını bir kez daha ortaya koyuyor. Bu konuda, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin de hakkını yememek gerekir diye düşünüyorum. 
Film, işlenen bir cinayetin sonrasında cesedin gömüldüğü yerden çıkartılıp otopsisinin yapılmasına kadar süren yirmi dört saatlik bir zaman diliminde geçiyor. Suçunu itiraf eden iki kişinin cesedi gömdüğü yeri göstermesi için polisin, jandarmanın, savcının doktorun ve yardımcılarının içinde bulunduğu üç araba gece yarısı yola çıkıyor… Sadece araba farlarının aydınlattığı bu gecede yapılan gerilim dolu uzun yolculukta cesedin bulunup bulunulamaması ya da hikâyenin sonucu çok da önemli değil aslında. Filmde hikâye hiçbir zaman merkeze alınmıyor. Filmin daha ilk sahnesinde hikâyenin başlangıcının buğulu bir camın arkasında gösterilmesi bunun bir işareti olsa gerek. Flu çekim ile gizlenen masada oturan üç insanın aralarında neler konuştukları tam bir muamma…


Zifiri karanlıkta ceset arama çalışmaları hızla devam ediyor. Yol, tepe, çeşme, bozkır… Bozkır, çeşme, tepe, yol… Yol, tepe, çeşme bozkır… Her tepeyi aştıklarında umutlar daha da tükeniyor. Top gibi bir ağaç bir tek aradıkları yeri farklı kılan. “Bana hemen top gibi bir ağaç göstereceksin” diyor Komiser Naci Kenan’a. Ancak bulmak çok zor; çünkü her yer birbirinin neredeyse aynısı. Tıpkı hayat gibi… Hayatın tekdüzeliği gibi…


Umutlar tükenip, gerilim ve sıkıntı arttıkça karakterlerin aralarındaki diyalogların arttığını görüyoruz. Zaman zaman kendilerine doğru yaptıkları küçük yolculuklara da şahit oluyoruz. Yollar kendi içlerine doğru kıvrılıp boğazlarında düğümleniyor sanki.  Kısa bir süre de olsa Anadolu’ da bulunanlar bilir. Burada zaman ağır ağır akar sonra da eriyip gitmiş gibi bir his verir.  Etrafın sadeliği ve zamanın kenttekinin aksine burada yavaş işlemesi karaktelerin içsel yolculuğunu kuvvetlendiyor.
Savcı ölen eşinin, komiser hasta çocuğunun ve mutsuz evliliğinin, doktor unutamadığı eski eşinin yokluğunun acısını bu yolculuk da daha da çok hissediyor. Şoför Arap Ali de ceset aranırken döktüğü gözyaşı ile derdini kendi içine akıtanlardan. Tutuklu Kenan ise her an işlediği cinayetin vicdan azabını içinde yaşıyor. Bu film sessiz çığlık atanların filmi…


Filmde Savcı’nın hikâyesinin bir nakış gibi ana hikâyenin üzerine işlenmesi ve ona paralel bir anlatım tarzı izlenmesi çok başarılı. Savcı,  film boyunca bir arkadaşının eşiymiş gibi anlattığı ölen kadının,  aslında kendi eşi olduğunu filmin sonunda kısık bir ses tonuyla fısıldıyor.  Kendisinden başka kimsenin duymasını istemezmiş gibi. Olayın etkisi ve Doktor Cemal ile aralarında geçen diyaloglar sonucu giderek çözümlenen hikâyesinin sonunda öğreniyoruz ki bu kadın intihar etmiş… “Ya doktor insan bir başkasını cezalandırmak için, hakikaten kendini öldürebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey…?” derken kendi vicdan azabını hafifletmek istiyor sanki. Doktor’ un yanıtı ise çok net:  Zaten intiharların çoğu, başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu Savcı bey?”


Doktor Cemal diğerlerine göre kasabaya yabancı. Ayrıca filmdeki en gizemli karakter. Diğer karakterlerin aksine kimseye açmıyor içini. Eski eşi ile olan ve çocukluk ile gençlik dönemine ait fotoğraflara bakarken bir tek onu izleyici görebiliyor. Ruh halinden anılarını ve acılarını da yanına alarak Anadolu’ya kaçmış gibi bir izlenim ediniyoruz. “Sen gençsin istediğin yere gidebilirsin” diyen komisere  Nereye?”  diye cevap veriyor bu yüzden. Kendinden de kaçamaz ya… Bir durma biçimi değil midir yollar?  Geceleyin kayalıklarda şimşek çaktığında gördüğü yüz kabarması ile irkilen doktorun anlıyoruz ki kendisi ile yüzleşme korkusu var. Ancak, ileriki sahnelerde bir an için bakışlarını kaçırsa da, aynaya bakarak kendisiyle yüzleşme cesaretini gösterebiliyor. “Yıllar geçecek ama benden bir iz kalmayacak…” mısrasını okuduğu sahnede de diğerlerinin aksine bir insan olarak çaresizliğinin farkında olduğunu hissedebiliyoruz. Ayna burada doktorun hakikati bulma çabasını gösteren bir sembol aslında. Aynayı filmde gözümüzün ta içine sokan yönetmen,  bize de bir ayna tutmak istemiş belli ki…


Komiser Naci filmde en çok konuşan karakter. Ceylan’ın en geveze filmi yakıştırması onunla haklılık buluyor. Tam bir Anadolu insanı… Yorgun bir savaşçı…  Hayatı suçluların peşinden koşmakla geçmiş, kendi tabiriyle, her türlüsünü görmüş.  Doğuştan engelli bir çocuğu ve bu durumu kabullenemeyip sürekli isyan eden bir eşi var. Evden kaçmak için çalışmaya devam ediyor. Sinirleri çok yıpranmış. Zaman zaman şiddete dahi varan fevri çıkışlar yapabiliyor bu yüzden. Ama zanlı Kenan ona çocuğunu emanet ettiğinde içi sızlayabilecek kadar yumuşak bir kalbi var.  Telefonunda “love story” melodisi çalacak kadar da romantik aynı zamanda. Film boyunca, gülmekle ağlamak ve sevinçle hüzün arasında geziyor mimikleri. En güzeli ise her şeye rağmen tevekküllü halini korumaya çalışması.


Filmin durak yeri Ceceli’ de köy muhtarının evi. Savcının talebiyle gecenin bir yarısı kurulan muazzam bir yer sofrası, pişirilen bazlamalar, aniden gelen elektrik kesintisi, uçuran rüzgâr ve ortasında gaz lambası olan çay dolu tepsiyle gelen muhtarın güzel kızı… Kızın gaz lambasının ışığıyla aydınlanan masum yüzü onlara unutmak istediklerini bir bir hatırlatıyor. Melek etkisi yapıyor bir nevi.  Zanlı bu sahneden sonra öldürdüğü adamın çocuğunun kendi oğlu olduğunu ağlayarak Komisere itiraf ediyor. Maktulü gömdükleri yeri gösterebiliyor. Savcının hikâyesindeki perde de yavaş yavaş aralanmaya başlıyor. Ancak, bu sahnede muhtarın kızına dair yapılan “yazık olacak, yok olup gidecek burada…”  yorumuna küçük bir eleştirim var. Filmde bu düşüncenin tezatıyla karşılanmasını en azından sorgulanmasını beklerdim. Neye göre yok olup gitmek? Niçin yazık olmak? Bu cümlenin neresinde esas kentte kaybolup giden insanlar?
              Olay yeri inceleme ve otopsi sahneleri çok profesyonel. Bu konuda işin erbaplarından yardım alınmış olmalı. Buz mavisi bir ışıkla yansıtılan otopsi odasının soğukluğunu tam olarak hissedebiliyorsunuz. Olay yeri inceleme sahnesinde zahiren gösterilen bir insanın öldürülerek toprağa gömüldüğü. Bâtıni anlamda gösterilmek istenen ise, öldürülerek toprağa gömülenin, “yalnızlaştırılan ve ötekileştirilen bir Anadolu  olduğu. Yine her ne kadar otopsi masasına yatırılan maktul Yaşar olsa da, burada “ülkemizin ve halimizin” artık bir otopsisini yapmamız gerektiğinin altı çiziliyor. Maktul Yaşar’ın Recep İvedik’ e olan benzerliğinin ise bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Belli ki burada popüler sinema kültürüne inceden bir gönderme var.

Savcı, komiser, polis, jandarma, şoförler, kazma kürekçiler, hastane çalışanları, köy muhtarı… Hiyerarşinin aynı ve farklı katmanlarında yer alan bu kişiler arasındaki iktidar savaşı ve bürokrasinin tıkanmışlığı bastıra bastıra veriliyor filmde. Bir gelenek haline gelmiş “Bir başkasından ne koparsam kârdır” düşüncesi de film boyunca hâkim.  Bu çemberin dışında bir tek kasaba doktoru var. Ancak, o da otopside maktulün diri diri gömüldüğü gerçeğinin üzerini örterek çemberin içine dahil oluyor. Doktorun yüzüne sıçrayan kanın bıraktığı lekeden anlıyoruz ki;  o da diğerlerine benzemiş. Bu yanlış düzen ona da sirayet etmiş…


Hayat ve ölümün yan yana bir yürüyüşü vardır. Filmde,  birçok sahnede bu yürüyüşü izlemeniz mümkün. Ortada vahşice işlenmiş bir cinayet, parçalanmış bir aile ve babasız kalan bir çocuk var. Buna rağmen yolda giderken manda yoğurdu ve peynirler üzerine sohbet ediliyor.  Savcı ceseti Clark Gable’ a benzeterek espri yapmaya çalışıyor. Arap Ali tarladan kaşla göz arasında aldığı kavunları araba bagajına tam da cesedin yanına sıkıştırıyor. Elektriği sık sık kesilen köyde yemek sofrasında en çok dönen muhabbet muhtarın köye morg yaptırma projesi.  Otopsiyi yapacak hastane çalışanı ise önünde yatan bir ölüye rağmen alınması gereken alet ve edevatın derdinde… Bu noktada sözü Cemil Meriç’ e bırakmak lazım diye düşünüyorum: “Olmak ya da olmamak, hayat ve ölüm. O kadar iç içe, o kadar kucak kucağa”.


Ölümün acısını bir tek ateşin düştüğü yerdekiler hissediyor. Tam da ateşin düştüğü yerde bulunan çocuğun Kenan’a attığı taş ile Komiser Naci’ nin filmin başında söylediği şu söz zihnimde yerini buluyor. “Herkes yaptığının cezasını çeker, çocuklarsa büyüklerin günahını… Öz çocuğunun attığı bu taştan sonra, Kenan’ın yüzünde beliren hüzün ve döktüğü gözyaşları suçlunun da bir insan olduğu gerçeğini hatırlatması bakımından çok önemli. Dünyada bir görünen bir de görünmeyen suçlular var. Kim bilir kimlerin kaç insanın yarasında el izleri var? Evet, Kenan birini diri diri toprağa gömdü. Ama Savcı Nusret ondan daha masum değildi.  Nitekim hatalı bir karar olsa da, o çektiği tetik ile intihar ederek kendi cezasını kendisi vermek istedi. Bunu da filmin içine adeta gizlenmiş bir silah sesinden çıkarabiliyoruz.


Ne çok acı var… Ama hayatın her şeye rağmen devam ettiği gerçeğini filmin son sahnesi ile bir kez daha hatırlıyoruz.  Arkadaşları, okul bahçesinde top oynarken,  babasız kalan çocuk bahçe dışına kaçan topa vurup yoluna annesiyle birlikte devam ediyor. Kaderine boyun eğiyor…


Kader denince aklıma “elma” gelir.  “Yaklaşma” emrine rağmen elma, Adem ile Havva’nın kaçınılmaz kaderidir. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin başrolünde de bence elma var. Gözümü kırpmadan izlediğim bu sahnede, sallanan bir ağaçtan dökülen elma, yuvarlanarak suya düşüyor. Orada suyun etkisiyle dönmeye devam ediyor. Sonunda bir dala takılarak çürümüş elmaların arasındaki yerini alıyor… Sular ise elmaya aldırmadan akıp gidiyor. Ebediyete kadar da akıp gidecek.  İnsanoğlu ise suların kudretinin kendisinde olduğu zannını yenmek için yine kendisiyle savaş verecek… Ezeli bir sır olan kaderse,  Yazıcısının emrine uyarak susma hakkını kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek…


Hayat akıp gidiyor… Akıp giden zamana bir teşekkür sığar elbet. Yalnız ve güzel ülkemin iyi yönetmenine teşekkürler.

Hiç yorum yok: