Bu Blogda Ara

20 Temmuz 2013 Cumartesi

EDİTÖRDEN


Başlarken

Ülkendir taş ve beton bu yanlışkent
Her gün bir yanın biraz daha taş senin
Osman Sarı


Sevgili İdeal Hukuk Okuyucuları, dergimiz 11. sayısına ulaştı. Bu sayıda kapak konusunu“şehir ve hukuk” olarak belirledik.

Şu günlerde ülkemizde yoğun bir kentsel dönüşüm süreci yaşanmakta ve hukuki mevzuat, bu bağlamda çok sık değişmekte yeni yasalar çıkmakta. Değişen mevzuatın, teknik maddelerinin düzenlenmesinin yanı sıra, öncelikle, bu mevzuatın alt yapısının oluşturulması şehir ve medeniyet bilincini inşa edecek bir felsefenin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Varlık düzleminde mekân ve insan bağlamında çıkacak problemlerin insani değerleri öne çıkaran çözümlerin önerilmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Bunun, sadece günümüz insanı için değil henüz o şehirde yaşamaya başlamamış ilerideki nesiller için de üzerimizde büyük bir sorumluluk olduğuna inanıyorum.
 
Çok eski dönemlerde olduğu gibi son yıllarda da dünyada artık devletlerden çok şehirler ön plana çıkmakta. Devletler medeniyetlerini şehirler üzerinden temsil ve inşa etmekte. Bu sebeple, biz de İdeal Hukuk Dergisi ekibi olarak, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi Başkanı, Prof. Dr. Bekir Karlığa Hocamızla söyleşi gerçekleştirdik. Hayli uzun olmasına rağmen keyifle okuyacağınızıdüşündüğüm söyleşide esaslı sorulara cevaplar aradık.
 
Prof.Dr. Bekir Karlığa söyleşide, medeniyet bilincimizin son iki yüz yılda çok ağır hırpalandığını, eskiye düşmanlığın bir kanser gibi her tarafa sirayet edip bütün mirası yıktığını söyledi. Bizler bu mirasın yeniden ayağa kaldırılması ve medeniyet tasavvurunun yeniden inşasında hukukçulara düşen görevi sorduğumuzda hocamızın cevabı önemliydi:
 
‘İbn-i Rüşt; “İnsanlık doktorlara ve hukukçulara hiçbir zaman için muhtaç olmaktan kurtulamaz. Ama hukukçuların ve doktorların çok olması da bir kentin hastalığına işaret eder.”der. Onun için hukukçu hayatımızın temel taşıdır ama hukukçu için medeniyet bilinci herşeyden daha önemlidir ve medeniyet bilincini savunacak, koruyacak, yaşatacak olan da hukukçulardır. Çünkü hukukun olmadığı yerde, hakkın ehline verilmediği yerde medeniyet olmaz.’

Bizler, kentsel dönüşüm ve yeni şehir planlamaları yapılırken geçmişimizden getirdiğimiz hikmet ve bilgeliğin kaybolup gitmesine göz yumamayız. Bir şehri inşa ederken sadece dünyanın en yüksek gökdelenin veya en büyük AVM’sinin bulunduğu şehir olmaya odaklanırsak farkında olmadan medeniyetimizin yapı taşları olan bu incelik ve hikmetlerin kalanlarını da kaybederiz.

İnsanoğlunun dünyaya ve doğaya meydan okuyan tavır ve tutumunun sınırlandırılması gerekir. Bu da ancak şehir mimarları ve hukukçuların ortak sorumluluğunda, anahtar kelimeleri “zarar verme” “koru” ve“güzelleştir” olan bir felsefi anlayış geliştirilerek ve idealize edilerek başarılabilir.

          ‘Gökte yapılıp yere indirilen şehir’ dahihüzünle ama bir o kadarda umutla bizleri beklerkengöğe doğru şahitliğe uzanmış minareleriyle bu cennet şehrin “kubbelerini yere koyarak” ruhunu incitirsek, bunun hesabı bir gün hepimizden sorulacaktır vesselam.

Av.Şebnem Taşan Kurt

8 Ekim 2012 Pazartesi

İDEAL HUKUK DERGİSİ BASIN BÜLTENİ


İdeal Hukuk Dergisi,

            2011 yılı sonunda yeni yayın kurulu ve yeni yayın anlayışıyla okurlarıyla buluştu. Digesta, "hominum causa omne ius constitutum est" der. Yani "bütün hukuk insanlar içindir". İnsan için var olan hukuk kurallarının olmazsa olmazlarını ise hatırlamak, tartışmak, yeniden düşünme kanaatini uyandırabilmek,amacındayız...

            Damarlarda dolaşan kan gibi, kapağının altında nabız atışları duyulacak kadar canlı, günceli yakalayan ama güncelde boğulmayan uzun süre hatırdan çıkmayacak, bir gün mutlaka tekrar okunmak isteneceği için kütüphanenizin bir köşesinde yer edinecek iyi bir dergi olsun istedik.

            Derginin ağırlığını hukuk makalelerine vermekle beraber, bazı kavramların yeniden tartışılıp düşünülmesi için her sayıda bir kavrama ağırlık verme kararını aldık. Demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi batılı kavramların yeniden yorumlanması ve tartışılmasını, bütün hakların kaynağı olan "Hak' ın Hakkı" kavramıyla insanların maddi ve dünyevi yanlarının yanı sıra onların metafizik yanları ve inançlarının da hukuk devleti ilkesi içinde tartışılmasını, konuşulmasını hedefledik. 

            Dergimizde temelinde “hukuk” olan ancak “edebiyat, felsefe ve sanat taşları” ile de süslenen ve işlenen bir mozaiği yansıtmayı amaçlıyoruz. Bu nedenle, - özü ihmal etmeden göze hitap etmenin de önemli olduğu düşüncesiyle- dergideki yazıları beğendiğimiz görsellerle tamamlamaya çalıştık. 

            “Adalet” kavramı ile amatör, fakat inançlı bir ruh hali ile 7. Sayıda başlayan yolculuğumuz;  “ahlak”, “vicdan ve dürüstlük kuralı”, “anayasa ve özgürlük” kavramları ile devam etti. Her sayıdan sonra,devam eden notaları dinlemekte sabırsızlanan bir müzisyen gibi tatlı bir heyecan taşıdık.Eksikliklerimiz ile birlikte farklılıklarımızı ortaya koymaktı maksadımız. Kastedilen farklılık:  İnsanın yaratılması sırasında sırf fark edilmesi, bilinmesi ve tanınması için farklı yaratılmasındaki amaç idi. Karşılık beklemeden gayret göstermenin bereketi de ortaya çıktı. Dergimiz adeta bir okula dönüştü, mezunlar vermeye bile başladı....

            Dünyanın  yeniden şekillendiği bir dönem de özelikle yeni bir hukuk felsefesine, yeni bir hak ve özgürlük anlayışına ihtiyacı olduğunu düşünüyor, daha kapsayıcı, daha barışçıl ve adil bir felsefenin,  yeniden inşâsının bu toprakların evlatlarına nasip olacağına inanıyoruz.Bunun içinse, hukukçulara büyük sorumluluklar düştüğünü, 'En Sevgili'nin kokusu'nun sinmediği bir hukuk sisteminin insanlığın yaralarına merhem olamayacağını da biliyoruz.

            Şairin “güneş çağ öncüleri” dediği “elleri altın çağ mimari” olacak nesillere bu kadim bilgi ve mozaiği bir nebze olsun aktarabilir ve hatırlatabilirsek vazifemizi yapmış addedeceğiz.

            Fakat, Gandhi’nin dediği gibi bizler dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmadıkça hiçbir değişim gerçekleştirilemez.” Değişim ise ‘ezel’den geleni hatırlamakla başlar. Bizim de amacımız  en başta kendimize insan olduğumuzu hatırlatmak...

 

                Bu duygu ve düşüncelerimizi değerli hukukçular ve basın mensuplarıyla paylaşır saygılar sunarız.

            İdeal Hukuk Dergisi Komisyon Başkanı

            Av.Şebnem Taşan Kurt


 

13 Eylül 2012 Perşembe

YEŞİLAY BAŞKANI MUHARREM BALCI 'YA ZİYARET....


İdeal Hukuk Genel Yayın Yönetmeni Av.Ferhat Akkaya, derginin editörü Av Şebnem Kurt ve yayın kurulu üyeleri Av.Cihad Mardan Av.Tuğba Genç Av.Vildan Şimşek’ten oluşan heyet Yeşilay Genel Merkezi’nde Yeşilay Başkanı Muharrem Balcıyı ziyaret etti.
Yeşilay Başkanı Muharrem Balcı, görüşmede Yeşilay’ın çalışmaları hakkında bilgiler verdi.
Yeşilay’ın Bağımsızlık Manifestosu’nda da belirttikleri bağımlılık yapan madde üreticelerinin ‘insanlığa karşı suç işlediklerini’ vurgulayan Balcı, sağlıklı nesillerin sağlıklı gelecekleri oluşturacağını söyledi.
İdeal Hukuk Dergisi Editörü Şebnem Kurt yapılan çalışmalara teşekkürlerini belirterek, İdeal Hukuk Dergisi Yayın Kurulunun, Yeşilay Gönüllüsü olduğunu belirterek Yeşilay’ın başarılarının devamını dilediklerini belirtti.




21 Ağustos 2012 Salı

HÜSEYİN HATEMİ İLE YENİ ANAYASA ÜZERİNE


....Çünkü seçme bir insan hakkıdır. Neyin tezahürüdür? Hukuk devleti içinde yaşama hakkı yabancılar da dahil herkesin insan hakkıdır. Seçme genel olmalıdır ama seçilme bir kamu görevinin tevdiidir, emanetin tevdiidir. Bunda titizlikle ahlak şartları yanında mutlaka bilgi şartı da yasama meclisi üyelerinde aranmalıdır. Bakanların da yasama meclisi üyelerinden çıkacağı kuralı kabul edilirse  bunlarda da aynı ahlak ve bilgi şartları aranmış olacaktır. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilen bir devlet başkanı denge unsuru olarak kabul edilirse Cumhurbaşkanı için de aynı şartlar aranmalıdır....( Tümü İdeal Hukuk Dergisi 10. sayısında)

10 Ağustos 2012 Cuma

HUKUK VE AHLAK ARASINDAKİ İLİŞKİ (İDEAL HUKUK DERGİSİ 8. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR)


                                                             Av. Nuray ERGİN

İyi ahlak için iyi yasalar gereklidir. Yasalar da iyi ahlak olmadan korunamaz.”
Niccolo Machiavelli

                HUKUK VE AHLAK ARASINDAKİ İLİŞKİ
          Hukukun amacı başkalarına zarar verici eylemleri yasaklamak olduğundan hukuk kurallarının ahlakla bir ilişkisi olması doğaldır. İnsan toplulukları, toplumlaşma aşamasına geçtiklerinden bu yana, her dönemde ahlâka sahip olmuşlardır. Buna karşılık devlet ve hukuk, ahlâka göre daha geç ortaya çıkmış kavramlardır.  Devletsiz ve hukuksuz toplumlar olmuştur; fakat ahlâksız (bir ahlâka sahip olmayan) toplum olmamıştır. Bu sebeple hukukun ahlakı sağlamak için çıkmış olduğunu düşünebiliriz. Mesela verdiği sözü tutmak bir ahlak kuralıdır. Ahde vefa olarak da bilinen ve sözlüklerde verdiği sözü yerine getirmek olarak tanımlanan bu ahlak kuralı milletlerarası hukukun temel ilkesidir ve Borçlar Hukukumuzda da bulunmaktadır. Vaat bir taraf söz vermesi iken Ahd iki tarafın sözleşme yapması olarak tanımlanmaktadır. Ama hukukta bu hangi durumda korunmaktadır. Hz. Mevlana Mesnevi de demiştir ki aşk da vefa da tıpkı elif gibidir, bismilde gizlidir, ol olmadan besmele dile gelmez. O her şeyin içindedir, görünmez.’’
        Bu yazıda öncelikle Hukuk ve Ahlak kavramlarını tanımlayarak irdelememiz gerekmektedir. Hukuk ve ahlakın buyrukları dikkate alındığında, kural olarak ahlakın insandan çok şey istediği görülür. Yani aslında ahlak hukuka göre daha kapsamlı bir alanı düzenlemektedir.

       Hukuk kelimesi Arapçada Hak’ ın çoğulu olan Haklar anlamına geliyor. Kişinin davranışlarını düzenlemek için toplumların gelenek ve göreneklere göre çeşitli aşamalar geçirerek bulunduğu çevreye göre devletçe konulmuş farklı kuralların tümüne Hukuk deniyor. Ahlak ise Arapça "Hulk" kelimesinin çoğulu olan " Ahlak" ise bireyin yaradılış, huy, karakter ve de manevi niteliklerinin tümünü kapsayan bir kavram olarak tanımlanıyor. Bu özellikler bireyde, yaratılıştan ve de bulunduğu ortam içersinde sonradan edindiği iyi - kötü huy veya ahlaki değerlerin oluşumunu, davranış biçimlerini de içeriyor. Aslında ahlaki kurallar herkes için aynı ve tek olmasına mukabil insanların çeşitli uygulamaları ile bulunduğu ortam içersinde sonradan edindiği iyi - kötü huylar ile günümüze kadar gelen süre içersinde farklı ülkelere, dinlere, gelenek ve göreneklere, farklı toplum ve yörelere göre değişen kural ve kavramlardan oluşmuştur.
          Bilinen en basit tanımıyla ahlak; insanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar bütünü, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünüdür. İnsanın iç aleminde yaşattığı vicdan ile barışık olmak ve iyi bir insan olarak yaşamak isteğinin ve içindeki iyilik ile kötülüğün savaşında iyiliğin hakim olması duygularının dış aleme bir yansıması olarak ahlakı değerlendirirken; amacı toplumsal düzen içerisinde adaleti gerçekleştirmek olan ve getirdiği müeyyidelerle bunu sağlamaya çalışan hukukun düzgün işlemesi için de önemli ve etkili olmaktadır. Bu yakın ilişki nedeniyledir ki hukuk kuralları hakkında “resmi ahlak kuralları” biçiminde bir tanım da yapılabilmiştir.

          Hukukla ahlak arasındaki aynı olan hususlar olmasına mükabil ikisi arasında bir ayrım yapmak zorunludur. Bu zorunluluğun temelinde yatan çeşitli nedenler vardır. Bunlardan ilki, hukukun dışa, düşüncenin dış görünümüne, yani davranışlara yönelik olmasına karşın, ahlakın içe, yani iç düşünceye yönelik olmasıdır.1 Demek ki hukuk insanın dış davranışları ile ilgilenirken, ahlak insan eylemlerinin içteki hali ile ilgilenmektedir. Bu nedenle ahlak kavramına bakışı kendi penceresinden kendi yetiştiği kültür açısından değerlendiren çok farklı insanlar olacağından hukuka uygun olan bir davranışın, ahlaka uygun olmadığı durumlar da olabilecektir.

         Hukukun amacı adaleti sağlamak iken ahlak; doğru ve iyiye ulaşmak ister. Hukuk da ahlak da insanların davranışlarını düzenler ve davranışlarına sınırlamalar getirir. Ancak hukuk kurallarının yaptırımları vardır, ahlak kurallarının yaptırımı yoktur. Hukuk kuralları yazılı olduğu halde ahlak kuralları yazılı değildir. Lakin günümüzde çeşitli meslekler için ahlak kuralları (code of ethics) giderek yazılı bir hale gelmekte olduğu için yazılı olan ahlak kuralları da vardır. Hukuk kuralları dışa yönelik iken ahlak kuralları içe yöneliktir. Hukuk kuralları devlet tarafından oluşturulur. Ahlak kuralları ise insanın içinde yaşadığı toplum, din, anane, çevre ve sivil organizasyonlar tarafından oluşturulur. Hukuk resmi ahlak kuralları iken ahlak gayri resmi kurallar bütünüdür.2

          Hukuk-ahlak ayrımını zorunlu kılan diğer neden, ahlakın otonom olması, yürürlük kaynağının içte bulunması ve buna koşut olarak, sorumlu olunan makamın da içte, (vicdan) olması, buna karşın hukukun hetoronom olması, dolayısıyla yürürlük kaynağı ve sorumlu olunan makamın dışta (devlet) olmasıdır. 3

         Hukuk-ahlak ayrımını zorunlu kılan üçüncü neden ise, hukuk normunun daha belirgin ve sade olmasına karşılık, ahlakın temelde bireysel ve kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen bir nitelik taşıması ve hukuka oranla daha karmaşık bir yapıda bulunmasıdır.4 Aslında ahlak tek olmasına rağmen kişiler  gelenek ve göreneklere, farklı toplum ve yörelere ve ailelerinden gördüğü kurallara göre değişen kural ve kavramlardan oluşan kuralları vicdanında değiştirerek yaratıcının koyduğu kuralları kendisine uyarladığı için ve  o kadar uygulayabildiği için ahlak kavramı daha karmaşık bir hale getirilmiştir. Çünkü kişi nefsi ile mücadelesi sonucunda kendi yapabildiği kadarını en doğru kriter olarak görür ve kendini orta yolu bulmuş olarak niteler. Burada insanı tanımak çok önemlidir. En doğru benim diyen ve çevresindekileri eleştirerek onlardaki yanlışı gören ve onları ahlaksızlıkla suçlayan kişi aslında aldanmıştır. Çünkü asıl olan kişinin kendini en ahlaksız olarak bilmesi ve aynı nefse sahip olmamız nedeniyle aynı ahlaksızlıkları işleyebilecek bir nefse sahip olduğumuzun farkında olmasını gerektirir. Çünkü insan o ahlaki kaideyi işlemese bile merak etmesi, izlemesi hatta ayıplaması bile onun meylini gösterir. Ve bu meyil her nefiste her insanda mevcuttur. Ancak kişi nefsin isteklerini kendi isteği sanır ve nefsini tanıyamadığı için de kendini tanıyamaz ve Rabbini de bilemez. Her insanda aynı nefis mevcuttur ve yetiştiği ortam ve ailesinden gördüğü ne kadarına izin verirse o ölçüde o kötülüğe meyil gösterir. Kuran’ da ahlakın anlatıldığı ayetleri incelersek ahlak tektir ve aslında kişiden kişiye değişmez. Sadece uygulama kişiden kişiye farklıdır. Biz nefis ile ruh arasında kendimize göre bir orta yol buluyor ve onu doğru bilip herkesin o noktaya yakın olmasını murat ediyoruz. Kişinin nefsini tanımaması sebebi ile ahlak kişiden kişiye değişmektedir. Evrensel ahlak ve toplumsal ahlak kuralları ise herkes tarafından benimsenen ve belli olan kurallardır. Bunlar da zaten herkesin standart olarak kötü olarak gördüğü ve genel itibariyle hukukta da suç olan fiillerdir. Adam öldürmek, hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık vb.

         Hukuk kurallarıyla ahlak kuralları arasındaki temel farklılık, hukuk kurallarının ahlak kurallarına göre yaptırım gücünün yüksekliği, hukuk kurallarına aykırı davranıldığında devletin zor kullanma yoluyla bu aykırılığı gidermesi veya hakkı yerine getirmesidir. Bunun dışında, hukuk da ahlak da toplumsal düzen kurallarıdır; her ikisi de toplumun birlikte yaşamasını sağlamaya, toplum düzenini ayakta tutmaya yarar.
Her ne kadar hukuk ve ahlak arasında farklılıklar bulunsa da, bu iki kural türü birbirini yok sayamaz. Her şeyden önce ahlak, meşru oldukları sürece hukuk kurallarına uygun davranmayı emretmekte, birçok hukuk kuralının temelinde de tüm insanlığa veya o topluma mal olmuş ahlaki anlayışlar yer almaktadır.

          Hukuk ve ahlakı ilgilendiren önemli bir kavram da vicdandır. Zira ahlak kişinin vicdanı ile hesaplaşmasını; hatta toplumsal vicdanda da toplumun kendisi ile hesaplaşmasını gerekli kılar. Hukukta ise, bir mahkeme kararının alınabilmesi için kurallar objektif ölçüler içerisinde hakimin vicdanının hakem olmasıdır.
          Burada hukuk ve ahlak kavramlarını değerlendirirken adalet ve vicdan kavramlarını da irdelememiz gerekecektir. Hukuk adaleti sağlamak için var iken adaleti sağlayacak olan vicdan burada önemli olmaktadır. Kişiye göre de doğrular değişeceğine göre adaleti sağlayacak vicdanı nasıl geliştireceğiz. Anlıyoruz ki bu kavramların hepsi insandaki vicdan ile sağlanacaktır. Anayasanın 138. maddesinin 1. fıkrasında "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler." denilmektedir. Dikkat edilirse burada vurgu yapılan, kanun ve hukuk değil, vicdani kanaattir. Çünkü, hâkimin hüküm verirken kendi vicdanı ile başbaşa kalacağı ve ona göre bir değerlendirme yapacağı açıktır. Kanun ve hukuk ise, vicdani kanaat oluşturulurken dikkate alınacak ölçü ve bir noktada da sınırdır. Yani, vicdani kanaate göre karar vermek, keyfi karar vermek değildir.  Bu sebepledir ki, mahkeme kararları gerekçeli olmalı, hem de hukuki ve mantıki örgü korunup neden sonuç ilişkisi açıklanarak bir gerekçe oluşturulmalıdır. Görüldüğü üzere, sınırları ve ölçüsü belirtilse de, hukukun son noktası, temel hukuk metni olan Anayasa'ya göre dahi vicdandır.
           Vicdan ve ahlakın hukuk içerisindeki önemi sebebiyledir ki, hukukun temel meslek alanlarının kendine özgü meslek ilkeleri vardır. Avukatlar, hâkimler, noterler kendileri için bağlayıcı olan bu meslek ilkelerine uygun davranmak zorundadırlar; bu ilkelere aykırı davranışın ağırlığına göre, basit bir takım disiplin cezalarından başlayıp meslekten çıkarmaya kadar varan yaptırımlar söz konusu olacaktır. Bu meslek ilkelerinin özünde meslek ahlakını korumak, daha güncel ifadesi ile hukuk etiğini yerleştirmek yatmaktadır. Hukukun karar merciinde olan hâkimlerin sahip olmaları gereken vasıfları eski hukukumuzda Mecelle'de (m. 1792) "Hâkim,  fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır." denilerek bugün de geçerli olan ölçülerde özel olarak sayılma ihtiyacı duyulmuştur. Yine hukukun temel meslek alanlarında yer alacak kişiler, hukuka bağlılıkları için yemin ederler; yemin ise, bir ahlaki bağlılık ve yükümlülük doğurur. “Amerika’da mesleğin ahlak kaidelerinin içinde (Avukatlık tacirlik değildir) diyen kaideler varsa da avukatların bu kurala Amerika’ da bile riayet etmedikleri bilinmektedir. Ancak ülkemizde de durum farklı değildir.
          Hukuk, felsefi ya da pratikteki tatbikat açısından eksiklerini, boşluklarını ikmal etse, kuralları ile tüm uyuşmazlıkları kapsayan ve bunları çözebilecek gücü kudreti haiz olacak bir konuma sahip de olsa, soyut kuralların elinde şekillendiği, kalıbını bulduğu kişi sıfatıyla uyuşmazlıkta son sözü söyleyecek olan hâkim adaletin oluşumunu etkileyecektir. O zaman burada hâkimin vicdanı ve ahlakı önemli olmaktadır. Ayrıca kanunları yapan kanun koyucu da burada önemli olmaktadır. Anayasamızın 2802 sayılı kanunda hâkim ve savcıların tâbi olduğu ahlâkî yükümlülükler benzeri düzenlemelerin, kanun koyucu için de geçerli olması gereklidir. Hükmü yer alır. Kanunlar en azından evrensel ahlâkî değerlere uygun olabilecek bir denetime tâbi tutulsa ve evrensel ahlâkî kriterlere uymayan kanunların iptali yoluna gidilmesi beklenen bir davranış olarak daha iyi olurdu.

        Hukukçu da bir insandır ve bir vicdana sahiptir. Hukukta hakimin vicdanı o kadar önemlidir ki hakimin kendi ahlak penceresine göre vicdanına göre vereceği karar hakimin ve kural koyan kanun koyucunun ahlaka uygun hükümler verip vermemesine sebep olacaktır. Bu durum da ahlak tanımının hukukta yapılmasını zorunlu kulacaktır. Çünkü bu tanım yapılmazsa o zaman davaya bakan hakimlerin kişisel ahlak ölçülerine göre takdir ettiği kararlar ortaya çıkacaktır. Burada hakimin geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır. Çünkü hukukta genel ahlak kavramı bulunmasına rağmen bunun tanımı kişilerin vicdanlarına göre değişmektedir. Aynı şey Yeni Borçlar Kanununun 49’uncu maddesine eklenen “…zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile…” ibaresi ile kanun koyucunun bu özellikli ilişkinin yönünü değiştirmesinde de geçerli olabilecektir. Zira bu ibare ile tüm ahlak kuralları haksız fiili sorumluluğuna yol açan bir nedene dönüştürülmüştür. En basit ahlak kuralının ihlal edilmesi neticesinde bile bu ahlaki değeri sahiplenenler zarar gördüklerini iddia edecekleri herhangi bir durumu, bir haksız fiil sorumluluğu doğduğundan bahisle mahkemeler önünde tazminat taleplerine konu edebileceklerdir. Zira artık herhangi bir ahlak kuralının hangi hukuk kuralıyla hangi ahlaki değeri koruduğunun bir önemi kalmamıştır. Ve hepsinden de önemlisi Yeni Borçlar Kanunu 41’inci maddedeki “…zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile…” ibaresi ile bütün ahlak kuralları hukuk tarafından koruma altına alınmış bulunmaktadır. Burada hakimin vicdani kanaati daha önemli olacaktır.6

          İnsanlık tarihi boyunca temel ahlaki değerlerin birçoğu zaman içerisinde hukuki norm haline gelmiştir. Kanunlar genellikle yapılmaması gereken insan eylem ve davranışlarını belirlemiş ve sınırlamıştır. Bir başka ifadeyle, insanların eylem ve davranışlarının ahlaki ölçüleri, hukuksal norm haline dönüştürülmüştür. Ancak hukuk ve ahlak arasında öteden beri bir çatışma da süregelmektedir. Bu da kişilerin ahlakı tek olarak değil de kendi yaşamlarında yer aldığı kadar görmelerinden kaynaklanır.

          Hukukun kaynağı konusunda ise Duguit ve Kelsen gibi iki büyük hukukçu farklı cümlelerle de olsa toplum şuuruna, din, ahlâk gibi evrensel değerlere göndermeler yapmaktadır. Pozitivizmi temsil eden Duguit’e göre hukuk kurallarının kaynağı toplumu meydana getiren insanların kolektif şuurudur. Bu şuura aykırı olarak konulan kurallar ölü doğacağından yürürlük şansı olmayacaktır. Kelsen’e göre, anayasa dahil tüm normlar geçerliliğini temel bir normdan alır. Temel normun geçerliliği siyaset, ahlâk ve dine dayanır. Hukuk felsefesi açısından hukukun kaynağı konusunda yapılan tartışmalarda örnek olarak verdiğimiz hukukçuların düşünceleri gibi bu konuya hakim olan düşünce: hukukun kaynağının toplum vicdanı, halk şuuru, ahlâk, din gibi evrensel referanslar olması şeklindedir. Adalet, toplumların ahlâk anlayışlarından ortaya çıkar. Ayrıca tüm insan ilişkilerinin üstünde, hukukun genel ilkesi olarak da onlara yol gösterir.
          Bu yazıda, bizim vurgulamak ise istediğimiz hukuk kurallarını koyarken, hukuku öğretirken, hukuku uygularken hukuk kurallarını, kişiden kişiye toplumdan topluma kültürden kültüre değişen hangi vicdan  ve ahlak kavramlarına göre değerlendireceğimiz ve devlet hukuk kuralları ile ahlakı sağlayabilir mi sorularına tefekkürüne bir bakıştan ibarettir.

           İnsanların vicdanları bireysel ahlakı oluştururken bireylerin ahlakı da toplumların ahlakını oluşturur. O zaman vicdanımız bütün bir toplumu etkilemektedir. Bir ahlaki kural toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenince de o kural toplumsal ahlak kuralını oluşturmaktadır.Ancak şu an Avrupa’ dan iktibas ederek aldığımız hukuk kuralları bizim bireysel ve toplumsal ahlakımızla ne kadar uyuşmaktadır. Hukuk ahlakı ahlak da hukuku etkilediğine ve her insan kendi vicdanında kendine bazı kurallar koysa da toplumsal ahlak ile çelişen bir hukuk kuralının işlenip işlenmemesi bireylerin vicdanına kalacaktır. Özellikle zinanın suç olmaktan çıkarılması bu kapsamda değerlendirilmelidir. Zinanın suç olmaktan çıkarılması bizim toplumsal ahlakımızda ne kadar yer almaktadır. Bu konuda her birey farklı bir vicdan anlayışına sahip olabilir.Ancak  bütün hukukçuların yani hukuk eğitimi alan herkesin genel bir vicdan, ahlak ve etik değerleri olmalıdır ki kuru bir bilgi yüklemesi yapılan ve önündeki yanlış örneklere bakarak rüşvet almayı ve vermeyi normal kabul eden hukukçular ortaya çıkmasın.Ortaya hukuki bir karar çıksın, hukukla çelişen siyasi kararlar oluşmasın. Ahlaklı, etik değerlere sahip ve vicdani kanaata sahip hukukçuların çoğalması hem adaletin sağlanmasına ve kanunların yapılırken ve uygulanırken de en iyi ve doğru olana ulaşmak için gerekli görülmektedir. Ahlakın yüksek noktasını gösteren, Mevlana Celaleddin Rumi’ nin dediği gibi’’Bir toplumda rüşvet yaygın hale gelirse, adalet mekanizması felç olur, zalimle mazlum birbirinden ayrılamaz.( Mesnevî, I / 1347) Mevlâna; insanlara sevgiyi, aşkı anlatırken, örnek insan olmaktan ve ahlaktan da bahsetmiştir. Mevlana’ya göre evrensel ahlak odur ki ancak güzel ahlak sahibi ve gönül alemi zengin fertlerden oluşan toplum mutlu ve huzurlu olacak, manevi eğitimle kötü huylardan arınmak ve yüksek ahlaki değerler kazanmak mümkün olacaktır. Güzel huyların insana kazandıracağı değeri, diğer yandan kötü huyların da insandan alıp götürdüklerini hemen her fırsatta dile getirir. Ancak ahlaki güzelliğin, ya da onun diliyle edebin gösterişte kalmaması, gönülde yerleşmesi şarttır. (Mesnevî, II/3249-50) Bunun için hırs, kıskançlık, kibir, yalan, iki yüzlülük, gıybet gibi kötü huylar terk edilmelidir. Zira hırs, insanın temiz bir göz, akıl ve kulak edinmesine manidir; kalbi körleştirir. (Mesnevî, II / 575) Bu çerçevede baktığımızda bu yüksek ahlak sahibi olmak içindir. Ve her ahlaklıdan daha ahlaklısı olacaktır. İşte hukuk bu yüksek ahlakı sağlamaz. Sadece insanın içinde geçirdiği manevi eğitim bunu sağlayabilir. Ancak hukuk toplumda insanların birbirlerine zarar vermesini engellemeye çalışır. Oysa ahlak karşılık beklemeden iyilik yapmayı, birine zararsız yalanlar söylememeyi, fakire vermeyi ve her yaratılana sevgi ile bakmayı da içerir. Bu yüksek ahlak kişinin bu ahlakı yaşamak istemesine bağlıdır ve içten gelir. Oysa hukuk cezası olduğu için kişinin o fiili yapmasını engeller. Mevlana toplumsal düzenin sağlanması için Ahlakı bir ön şart olarak kabul etmektedir. Ahlaklı olabilmek içinde, insanın Kuran’ daki ahlak anlayışına (anlayışını anlaması gerekmektedir) uygun bir hayat yaşamasına ve nefsin terbiye edilmesi gerektiğine inanan bir mutasavvıftır. Bütün kötü huyların kaynağının nefisten kaynaklandığına inanan Mevlana, insanı haset, kin, gurur, riya, kibir, gadab, ucb ve oburluktan, şehvetten, mevki ve makam sahibi olma hırsından korunması konusunda uyarır.
          Ancak eşcinsel evliliklerin yapılabildiği, sperm bankası gibi bankalardan alınan spermlerle çocuk sahibi olabilmenin, taşıyıcı anneliğin ve akraba amca, dayı, teyze, hala ile evlenmenin kanunlarla meşrulaştığı Avrupa ülkelerinin ahlak kuralları bizim için ne kadar doğrudur. Ahlak kuralları toplumun düzeni ile ilgilidir. Aile hukuku aileyi, toplumu ve çocuğu korumayı amaçlar. Herkesin zina yaptığı bir toplum düşünelim bu kuralın suç olmasına karşı çıkanlar bile bu kuralın nasıl kendilerini koruduklarını anlarlar. Bu da insanın kendi nefsinde kendi yaptığı zaman meşru gördükleri bir olayı kendine yapılmasını istememesinden de kaynaklanır. Ülkemizde hukukun vicdan ve ahlak sorunu vardır. Acaba dışarıdan iktibas ederek aldığımız kurallar ne kadar bizimle örtüşmektedir. Hem Avrupa ülkelerindeki kanunlara hakim hem de bulunduğu coğrafyanın kültür ve ahlak anlayışına sahip etik değerleri olan sadece kuru bir hukuk bilgisine sahip olan değil aynı zamanda vicdan ve ahlak anlayışı olan toplumsal ahlakı korumayı hedefleyen hukukçulara ihtiyaç vardır. Bunlar sadece yazıda ve ya sözde kalmamalı uygulamaya geçiren bir tabirle idealist ahlakçı ve vicdanlı hukukçulara ihtiyaç artmaktadır. Açıkçası hukukçular diğer kişilere kıyasla manevi bir eğitimden geçirilmelidir. Ancak isterse kişi kendini de o manevi eğitimden geçirebilir ve sadece bilgi yüklemesi yaparak aklını doyurmak kadar vicdanını da o yüksek ahlak seviyesine çıkarmaya çalışmalıdır ki hukuk ahlak ve adaletle çatışma içinde olmasın. Bulunduğumuz coğrafyanın ahlak anlayışının önderleri Mevlana’nın ve Yunus Emre’nin dediği ve bize anlatmaya çalıştığı gibi ancak aşk bu yüksek ve güzel ahlakı sağlar. Aşk olursa vicdan en güzel ahlaka sahip olmaya zaten isteyerek yönelir ve hukukçular da o yüksek ahlak penceresinden daha adil ve doğru kararlar verir.
          Ahlak ve hukukun uyuşması gerekir. Ahlak aslında tektir. Ahlak kişiden kişiye, toplumdan topluma, çağdan çağa değişmez. Ancak insan kendi yaşadığı kadar ahlakı benimser. Bu da kişinin nefsiyle ilgilidir. Kötülüğü emreden nefsin peşine gidenler yaptıklarını meşrulaştırmak için aynısının başkaları tarafından da yapılmasını ancak kendilerine yapılmamasını isterler. Avrupa’nın demokratik hukuk devleti olma ilkelerini iktibas etmeliyiz ancak aile hukukumuzu onlara göre ayarlamamalıyız.
          Sonuç itibariyle hukuk ahlakla çatışmasını herkesin kendi yaşadığı kadar kendi penceresinden ahlakı tanımlamasından kaynaklanır. Ve o ahlak anlayışıyla karar verir. Kişinin nefsini tanımaması sebebi ile ahlak kişiden kişiye değişmekte olduğundan aynı konuda farklı kararlar çıkabilmektedir. Kişinin kendi bakış açısı ile verdiği kararlar ahlak kavramının içini boşaltmaktadır. O sebeple ahlak kanunlarla doğru olarak tanımlanmalı ve herkes benzer olayda aynı kararı alabilmelidir.
KAYNAKLAR
Öktem, s.65

C.C.Aktan,  Ahlak ve Ahlak Felsefesi

Yrd. Doç. Dr. Nihat BULUT Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılma Nedeni Olarak Genel Ahlak

İsmail Kıllıoğlu, Ahlak Hukuk İlişkisi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı y. İstanbul, 1988, s.148

Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri I Mutluluk Ahlakı, İÜEF y., İstanbul, 1970, s.1

Hüseyin Hatemi, Hukuka ve Ahlaka Aykırılık Kavramı ve Sonuçları, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul, 1976, s.27

Av.İnanç KARA Hukuk Dışı bir alan olarak ahlakilik y a da hukuksuz ahlaksızlık hali olarak Yeni Borçlar Kanununda Haksız Fiil Sorumluluğu

27 Temmuz 2012 Cuma

HUKUKÇULAR DERNEĞİ KURUCU BAŞKANI AV. MUSTAFA AYDIN(94) İLE RÖPORTAJ (İDEAL HUKUK DERGİSİ 8. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR)

Derneğimizin Kurucu Başkanı
Av. Mustafa Aydın(94) ile Röportaj

Sıcak geçeceği söylenen Ramazan ayı içinde Ağustos ayının sonlarına doğru İstanbul’da bardak boşanırcasına bir yağmur yağıyor. Sanki kuraklıktan mağdur Somali halkına gönderilen yardımlar, gökyüzünden rahmet olarak ülkemize geri dönüyor. Rahmetiyle orucun kolaylaştığı eşine pek az rastlanır bir yaz gününde Derneğimiz’in ilk Kurucu Başkanı Av. Mustafa Aydın ile Başkan Cavit Tatlı’nın bürosunda buluştuk. Buluşmak için gerekli irtibatları sağlayan Onursal Başkanımız Necati Ceylan'ı ise her zamanki suhuletli haliyle Bakırköy’de bizi beklerken bulduk.

Ataköyde ki apartmanın merdivenlerinden çıkarken; dimdik, asırlık bir Çınar kapıda güler zü ile bizi bekliyordu.  Muhterem zevceleri Zuhal Hanım eski komşuluk ve dostlukların kalmadığından bahsederek biraz sitem etti. Anlaşılan aranıp sorulmamaktan şikayetçi idi. Onursal Başkanımız Av. Necati Ceylan gerekli açıklamalarda bulunurken biz hiç sesimizi çıkarmadık, artık ortada bir günah varsa, diğer olaylarda ki bütün günahlar(!) gibi Onursal Başkanımızın omuzlarında  kendisine bir yer bulur diye düşündük.

Sohbet esnasında Derneğimizin İlk Başkanı Av. Mustafa Aydın’ın 1917 yılında nüfusa kaydedildiğini ama daha önce doğmuş olabileceğini, kendisinin geç kaydedilmiş olabileceğini öğrendik.
İlk Başkanımızın beş kız evlat sahibi olduğunu öğrenince son başkanımız Av. Cavit Tatlı’da üç kızı olduğunu ekledi. Neyse ki yeni başkanımızın önünde, aradaki mesafeyi kapatmak için uzun seneler var. Cenneti garantilemiş iki babayı ve başkanı yan yana görmek güzel bir duyguydu. 94 ve 35 yaşında iki başkan yan yana duruyordu.
Öncelikle Derneğimizin 40. Yılı sebebiyle hizmeti geçen üyelerine verdiği plaketi sunduk. Kendisi o anda çok duygulandı: “beni çok bahtiyar ettiniz, bu hayatta aldığım en kıymetli hediyelerden biri.” dedi.

Kendisinin bir avuç arkadaşıyla diktiği fidan, 40 yaşında bir ağaç olmuştu. Ülkemizde 40 yaşında kaç kurum vardı ki? Aslında bahtiyar olan bizdik. Mensubu olmaktan mesut olduğumuz derneğimizin kurucularına, minnettarlığımızı bu ufak vesile ile gösterme fırsatı bulduk. Hakları hiçbir zaman ödenmez, diyerek sohbetimize geçiyoruz.

İdeal Hukuk: Hukukçular Derneğini hangi tarihte hangi amaç ve ihtiyaçlardan dolayı kurdunuz?
Mustafa Aydın: Tam tarihi hatırlayamıyorum. Ama 1960 ihtilalinden sonra kurduğumuzu iyi hatırlıyorum.
Av. Cavit Tatlı: Biz tüzüklerle 1970 yılına kadar gidebiliyoruz. Daha öncesini tespit edemedik
M.A: Tarihi tam hatırlamıyorum. Ancak ilk merkezimiz Cağoloğlu’nda bir handı. Şimdi O’nun adını da hatırlayamadım. Yaşlılıktan olsa gerek.
İlk kuruluşta çok muhterem insan rahmetli Av. Enver Buruloğlu’nun çok emeği vardı. Enver Bey’in Beyoğlunda çok büyük ve güzel bir yazıhanesi vardı. Kendisi çok fedâkarlık yaptı. Maddi açıdan her şeyi neredeyse O karşıladı. Benim yönetimimde Genel Sekreter idi. Ben başkanlık görevini O’na devrettim. O’ndan sonra da hafızam beni yanıltmıyorsa Av. Zeki Hacıibrahimoğlu başkanlık yaptı.
İH: Niye kurdunuz derneği?
MA: Biz derneği Halk Partisine karşı olduğumuz için kurduk. Yanlış anlamayın bizler Halk Partisine karşı idik ama çok sevdiğimiz Halk Partili arkadaşlarımız da vardı.
İH: Siz kimdiniz? Kendinizi nasıl tanımlıyordunuz?
MA: Biz Anadolucuyduk..Biz laventen değildik, Biz Anadolucuyduk, oradan mülhem bu derneği kurduk. Karşımızda Cumhuriyet kuran bir kesim vardı. Benim bir arkadaşım bana karşı Selanikli olmakla övünürdü.
Öteden beri Baro’da devam eden bir Halk Partisi Havası vardı. Biz O’na (CHP) ye karşı durduk, bir nevi ayaklandık.
İH: Baro’da söz sahibi olmak mıydı amacınız?
MA: Evet öyle oldu. Ama aynı zamanda Anadoluya yön verelim diye samimi iddialarımız da vardı.
İH: Anadolu gözünüzde neydi? Diğerlerinden farkınız neydi?
MA: Diğerleri yani Halk Partililer bizi kendileri ile eşit görmüyorlardı. Kendilerini bir kaymakam bir vali gibi görüyorlardı. Bize tepeden bakıyorlardı. Bizden üstün olduklarını zannediyorlardı ve bu kafayı da terk etmiyorlardı. Biz Osmanlı Milliyetçisiydik. Bu topraklarda yaşayan herkesi kardeş görüyorduk. Hiçbiri arasında ayırım yapmıyorduk. Bu insanlara hizmet etmek en büyük idelimizdi. Halk partili arkadaşlarımızla da anlaşıyorduk ama bir Sivaslı, bir Kayserili ile anlaştığımız gibi değil.
İH: Mustafa Bey, bize biraz kendinizi tanıtabilir misiniz?
M.A: Resmi kayıtlarda 1917 doğumlu gözüküyorum ancak ben daha büyük olabileceğimi düşünüyorum. Ailem Aydın’ın Söke ilçesinden Konya Akşehir’e gelmiş. Bu arada Atatürk’ün baba tarafının da Aydın’dan Selanik’e göçtüğü söylenir. Ailem Akşehir’de fazla kalmamış oradan Ilgın’a taşınmışlar. Babam muallimdi ama biz çiftçi kökenli bir aileydik. Annem ben çok küçük yaşta iken vefat ettiğinden bana üvey annem Kamile Hanım baktı. Ben kendisinden çok memnunum üzerimde emeği çoktur. Çocukluğumda Yunan Harbi sebebiyle Ilgın’a top seslerinin geldiğini hatırlıyorum. Onun için Milletimizi kurtaran Devlet adamlarımıza ne olursa olsun saygı gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim. Onların gayretleri olmasa ülkemiz şimdi çok farklı olurdu. Bu sebeple ben İsmet İnönü’ye görüşlerimiz farklı olsa da çok saygı gösteririm. Benim çocukluğumda Atatürk’ün Ilgın’a kaplıcalara gelirdi.
Başarılı bir öğrenci idim. Böyle şeylerin söylemesi ben de mahcubiyetle yaratıyor ama, ben Konya Lisesini 1. olarak bitirdim. Benim planım asker olmaktı. Ancak doktor muayenesinde bana kalbin var dediler. Bu olay beni çok etkilemiştir. Bana o muayene de kalp hastasısın dedikleri için ben kendi kafamdan 50 yıl yaşarım dedim. Hayatımı ona göre planladım. Her şeyde çabuk hareket ettim. Çünkü her şeyi 50 yıla sığdırmam gerekiyordu. Bu arkadaşlarım ve öğretmenlerim tarafından da bilinirdi, arada şaka konusu olurdu. Allah’ın lütfu ve zevcem Zuhal Hanım’ın bana iyi bakması ile bu yaşa vasıl olduk.
İH: Bu arada eşiniz ile evliliğiniz nasıl oldu.
MA: Babam ve onun babası asker arkadaşıydılar. Onlar da Konyalıydılar. Ben 5 yaşındayken annem vefat etmişti. Babamın ikinci hanımı beğenmiş, biz sana bir kız bulduk dediler eğer kız evet derse ağzını yüzünü toplar” dediler. Ben de alırım dedim. Birbirimizi görmeden aldık. Benim bu yaşa gelmemde biraz da onun emeği sebebiyledir. Kendisi ilk mektep mezunudur. Ama gözü açıktır. Okusa idi çok önemli yerlere mutlaka gelirdi diye düşünüyorum.
ZUHAL HANIM: Beni hiç dinlemez. Ben kendisine siyasileri bu kadar sert eleştirme, başımıza bir iş gelir diyorum. Beni hiç dinlemiyor. Yine doğru bildiği yönünde hiç çekinmeden konuşur.
İH: Hukuk Fakültesine nasıl başladınız.
MA: O günü çok net hatırlıyorum. Konya’dan trene bindiğim gün 1 Eylül 1939 du. Almanya Polonya’yı işgal etmişti. Radyolardan II. Dünya savaşının başladığına dair haberler geçiliyordu. Çok güzel talebelik hayatımız geçti. Çok güzel arkadaşlıklar kurduk. Kadırgada yurtta kaldım. O zamanlar esnaf bize sahip çıkardı. İçli dışlı idik. Bizi kendi evlatları gibi görürlerdi.
ZA: Şimdi komşu komşuyu tanımıyor.
NECATİ CEYLAN: Mustafa Abi bende ilk geldiğimde Kadırga Yurdunda kaldım. Sizde orada mı kaldınız?
MA: Yurtta kaldım. Okulun son senesini Ermeni bir aile yanında pansiyonda geçirdim. Hukuk Fakültesinden iyi derece ile mezun oldum. Arkadaşlarımla son günlere kadar dostluğumuz devam etti. Maalesef neredeyse hepsi vefat etti, kaybettim. İçimizde Bakan olanlar devleti yönetenler oldu.
İH: Hangi hocalarınız sizi çok etkiledi.
M.A: Okulumuzun çok değerli hocaları vardı. Ebül’ulâ Mardin [Sonnot] bunlardan biri idi. Necmeddin Molla’ın[Sonnot] damadı olur kendisi. Kendisi arabası olduğu halde okula onunla gelmezdi. “benim her imkanım var. Ama devletin sıkıntısı karşısında özel arabamı kullanmıyorum der” ve tramavayla gelip giderdi.
Dekanımız Ali Fuat Başgil’di.[Sonnot] Lozan anlaşmasını yapan Cemil Birsel[Sonnot] rektör ve devletler hocamızdı.
İktisat hocamız Prf. Fritz Neumarktı[Sonnot].
İH: Hocaların o dönem dersleri Türkçe verdiği söylenir.
MA: Evet 1. Sınıfta bize Alman olmalarına rağmen Türkçe ders verirlerdi. Prf. Neumark Türkçe asistanı olduğu halde dersleri kendi Türkçe verirdi.
Benim Konya Lisesinden Felsefe hocam olan Hamdi Bey daha sonra mebus olmuş ve Almanya’ya gitmişti. Orada Neumark ile Almanca konuşmaya başlamış aynı ortamda bulunan Hirsch rica ederim Hamdi Bey Türkçe konuşalım demiş.
Prof. Ernst Hirsch[Sonnot] Ticaret Hukuku hocamızdı. Müthiş bir adamdı. Sonra Berlin’e rektör oldu.
Cezacı Tahir Tanerdi.
Maliye Hocamız İbrahim Fazlı’ydı.
Ernst Hirsch muazzam bir hoca idi. Burada Hirsch’irahmetle anıyorum. Öyle tatlı bir metodu vardı ki dersi hap yapıp yuttururdu. Büyük adamlardı. Onun metodu sayesinde Hazine Avukatlığı Sınavında 19 kişi içinde sadece ben imtihanı kazandım.
İ.H: Alman hocaların bu kadar öğrencileri sahiplenmesini neye bağlıyorsunuz? Vefa duygusu mu?
M.A: Evet vefa duygusu.Bir defa Atatürk’e müthiş sevgi ve saygıları vardı. 2.dünya savaşında Hitler’in zulmünden kurtulmuşlardı. Hirsch’in anılarını mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Zor günlerinde onlara sahip çıkanlara Atatürk’e vefa duyguları vardı. Öğrencilerini çok sahiplenirlerdi.
Bunlar gerçekten büyük adamlardı. Bizi yetiştirdiler, kıymetli insanlardı.
İH: İstanbul Hukuk’ta bu Almanya’dan gelen Yahudi hocalarla, medreseden gelen yerli hocaların arası nasıldı?
MA: Ben bir menfilik göremedim. Ama Medrese geleneğinden gelenler de çok bilgilidir. Mesela Ebül’ulâ Mardin Fransızca bilmediği halde derste “ Fransız hocanın şu adlı kitabında bu konu hakkında söyle der…” derdi. Yani literatürü çok iyi takip ederlerdi.
İH: Ankara Hukuk Fakültesi ile o zaman İstanbul Hukuk Fakültesi arasında rekabet var mıydı?
MA: (Kolunu havaya doğru kaldırarak) Yok yav! Ankara Hukukun sözümü olur?(gülüşmeler). Sonra onların hocaları yoktu ki; Hirsch rica üzerine bizim okuldan ayrıldı. Onlara ders vermeye gitti. O zaman Ankara Hukuk biraz çeki düzene girdi.
İH: Okulda ilginç bir anınız var mı?
MA: Okula birgün İsmet İnönü gelmiş bir talebenin Osmanlıca not tuttuğunu görmüş. Ona çok kızmıştı. Tuttuğu notu da yırtmış. Bu durum okulda bayağı bir olay olmuştu.
İH: Harf Devrimini yaşayan bir insan olarak ne düşünüyorsunuz?
MA: Harf Devrimini ben doğru olduğunu inanıyorum.
İH: Bir gecede bütün âlimlerin cahil uyanmasını doğru mu buluyorsunuz?
MA: Bakın arap harfleri ile yazılan hiçbir ilmi eser yoktu. Bu harfleri kullananlar ilmi araştırma yapmıyordu. Arap harfleri ile ancak bağnazlık yapılıyordu. Benim babam muallimdi ama yağmur buharlaşma ile olmaz Allah gönderir diyordu.
İH: Japonlar ve Ruslar alfabelerini değiştirmediler ama
MA: Bakın iki şeyi karıştırmayın, ben dindar bir insanım, Ataköy Camii Yaptırma Derneğini kurdum. (sohbet ettiğimiz salonun bir duvarını gösteriyor. Ayet ve hatlardan oluşan tablolar duvarda mevcut).
Bakın orada yeşil zemin üzerindeki güzel Hattı görüyor musunuz? (Padişah Tuğrasına benzeyen Hatta Bakıyoruz) Orada ne yazıyor?
İH: Vav harfini seçebildik ama tamamını okuyamadık.
MA: (Bizi zor durumda bırakmama için hemen acele ile)Oradaki hatta Avukat Mustafa yazıyor .
İnkılâplara gelince Atatürk’ün haklı olduğu noktalar vardı. Bizi kurtardı bu inkılapları yaptı. Ancak kendisinin sık sık “ben bunlara oturtmak için katılık yaptım. Yapılan bu katılığı hafifletmek lazım gelir, ancak bunu ben yapamam, benden sonra gelenler yapmalı diyordu.
İH: Peki bu yumuşama gerçekleşti mi Atatürk’ten sonra?
MA: Hiç sorma, Atatürk’ten sonra İsmet İnönü geldi. Yumuşatma ne demek, devlet daha katı tutum takındı. İsmet İnönü bu ülkede milletin çocuklarını dini açıdan cahil bıraktı. Kendi çocuklarına köşkte özel hocalar vasıtasıyla din dersleri aldırdı. İsmet Paşa kendi aile hayatındaki dindarlığı milletin çocuklarına çok gördü. O’nun çocukları Kur’an okumayı öğrendi, milletin çocuğu öğrenemedi. Çok baskı kurdular.
Aklıma gelmişken, bu anekdotu üzerimde vebal kalmaması açısından paylaşmalıyım.(Karaköy ) Yeraltı Caminin İmamı Hacı Ali Efendi (sakallıydı) beni her hafta Atatürk Ankara’ya davet eder Kuran okutur ve dinlerken ağlardı diye bana anlattı.
İH: Varlık vergisi dönemini de yaşadınız?
MA: Ben okulun son senesi Ermeni bir aileye ait pansiyonda kalıyordum. Benim bildiğim 18.000 Ermeni aileye bu vergi çıkmıştı. O vergi gayrimüslimlere kondu. Çok yüksek oranda vergilerdi. Bu vergiler tabi ki adil değildi. Sirkeci’deki büyük hanlar el değiştirdi o dönem.
İH: Siyasal hayata nasıl girdiniz?
MA: Biz Halk partisine karşı idik. Halka tepeden bakıyorlardı. Bundan da hoşlanmıyorduk. Bunun için Demokrat Partiyi destekledik. Ancak Demokrat Parti çok kısa süre sonra Halk Partisi gibi davranmaya başladı.
İH: Neler yaptı da benzedi sizce?
MA: Geldiği gibi kendini iktidara getiren Seçim Kanunu’nu değiştirdi.
İH: Önceki Seçim Kanunu nasıldı?
MA: Önceki Seçim Kanununda Karma Sistem vardı. Farklı partilerin milletvekillerine aynı pusulada oy verebiliyordunuz. Partisi kazanamasa da kimi sevilen kişiler milletvekili olabiliyorlardı. Bu durum Parti Genel Merkezlerinin işine gelmiyordu. DP. Geldiği gibi bu sistemi değiştirdi.
İH: Başka neler yaptı?
MA: Adnan Bey çok sempatik bir adamdı. Ancak Celal Bayar ile İsmet İnönü birbirlerini hiç sevmezlerdi. Aralarından çok sert kavgalar olurdu. İkisi de Atatürk döneminde başbakanlık yapmış halef seleflerdi. Zannedersem Adnan Bey bu kavgalardan etkiledi. Kendisinden beklenmeyecek davranışlar yaptı.
İsmet Paşa’ya olmadık hakaretler yapılıyordu. Bu kadar istiskal edilmemeli, küçük düşürülmemeli diye herkes tutmaya başladı İnönüyü.
İH: Peki bu dönemde siz ne yaptınız?
MA: Uyarılarımız dinlenmeyince biz Demokrat Partinin ömrünün biteceğini anladık. Parti tıkanmıştı. Demokrat Parti’den entelektüel bir sınıf kopmaya başladı. 14 mebus da Demokrat Parti’den ayrıldı ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisini kurduk. Ben bu partinin kurulmasına iştirak ettim. Fatih İlçe Başkanı oldum. İl Başkanlığı ve Genel Sekreterlik yaptım.
İH: 1960 İhtilali olunca ne düşündünüz?
MA: Bir hukukçu asla hukuksuzluğu ve ihtilali tasvip edemez. Gerçeği söylemek gerekirse İhtilale üzüldüm diyemem. Çünkü siyasilerin ihtilale meydan vermemesi gerekiyor. Birbirlerine davranışlarına çok dikkat etmeliler. Onlar birbirlerine kötü davranırlarsa toplum huzursuz olur. İhtilaller hep kavgalı ortamdan sonra gelmiştir. Siyasiler akıllı hareket ederse kimse ihtilal yapmaya fırsat bulamaz. İhtilal varsa sebep olanlar vardır. Siyasiler basiretli hareket etmeli.
İH: Cumhuriyet Köylü Millet Partisin’de aradığınız siyasi ortamı bulabildiniz mi?
MA: Ben burada büyük bir insandan bahsedeceğim size bu beyefendinin hiçbir makamı unvanı yoktu. İşi kitap neşretmekti. Yani Yayınevi sahibiydi. Bu kişi Tahsin Demiray’dır. Yayıncı olduğu için çok eser okumuştu ve okumayı çok severdi. Kendisi tam bir münevverdi. Memleketini seven bir milliyetçiydi. Ben kendisinden çok istifade ettim. Sayın Erbakan’da onun yazıhanesine sık sık uğrayanlardandı. Çok iyi anlaşırlardı. Bende çok uğrardım. Partide O’nla çalıştık. Genel Başkanımız yine çok değerli bir münevver olan Merhum Prof. Tahsin Remzi Arık’tı.
Biz İstanbul’da 15-20 kişi bir araya gelir toplanır memleket meselelerini ve çarelerini konuşurduk. Bu toplantılar Ankara’daki Genel Başkan’ımıza hizip çalışmaları var diye aktarılmış. Kendisi İstanbul’a geldiğinde benimle görüşmek istedi. Ben yanına gittim. Bana hizip çalışmalarının olup olmadığını sordu. Ben de böyle bir şey söz konusu değil dedim. Sonra 15-20 kişi bir araya gelip toplantı yapıyormuşsunuz dedi. Ben de evet yapıyoruz, memleketimiz için çareler arıyoruz. Bu bir hizip çalışması değildir. dedim.
Ben kendisine bu kadar güvendiğim ve değer verdiğim bir insanın böyle düşünmesi beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Siyaset böyle değerli bir münevveri bile bu kadar değiştiriyor mu diye düşündüm.
İ.H: CKMP. Nasıl bir partiydi.
M.A: Milliyetçi bir parti idi. Ancak Partide iki akım vardı. Bir Irkçı Milliyetçiler, birde benim gibi
Osmanlı Milliyetçileri vardı. Ben kesinlikle ırkçı değildim.
İ.H: 1960 İhtilali’nden sonra neler yaptığınız?
M.A: Şunu belirtmek istiyorum. Demokrat Partinin ömrünün biteceği belliydi.Demokrat Partiden ayrılan entelektüel bir sınıf olacaktı. On dört mebus D.P den ayrıldı. Köylü partisini kurdular. Merhum Ali Fuat Başgil’in öncülüğünde ve teşvikleriyle biz Köylü Partililer kurduk. Ama Parti kurulduktan sonra çoğunluk eski Demokrat Partililerin eline geçti. Onlar çoğunlukta idi. Aramızda bir türlü kaynaşma gerçekleşmedi.
İH: Adalet Partisi nasıl kuruldu.
MA: Fuat Köprülü’nün oğlu Orhan Bey’le ben bir tüzük hazırladık. O tüzük Adalet Partisi’nin tüzüğü oldu. Bizim niyetimiz Ali Fuat Başgil’i başkan yapmaktı. O dönem 3. Ordu Komutanı olan Ragıp Gümüşpala darbeye karşı olduğu biliniyordu. Onu genel kurmay başkanı yapıp üç ay sonra emekli ettiler.O zaman şartlar icabı Gümüşpalayı çağırdık. Elmalı Hamdi Yazır’ın oğlu(çok sosyal ve entelektüel biriydi) Muhtar Yazır’ın evinde Gümüşpala ya söyledik.
Ali Fuat Başgil Başkanımız fakat bu gün bir ‘Paşaya bir ihtiyacımız var dedik. Onlar Ankaraya gittiler. Türkiye Adalet Partisi ismini koymuştuk. Ancak isimde Türkiye’nin kullanılabilmesi için Bakanlar Kurulu kararı gerekmekteydi. Bizde Türkiye lafzını çıkardık. Adalet Partisi böyle kuruldu.
Konya’dan beni senatör adayı gösterdiler. Mebus seçilmesek de Ali Fuat Başgil Reisi Cumhur olacak bizde kontenjandan senatör olacağız.
İH: Seçimi malum Adalet Partisi kazandı. Daha sonra neler oldu?
MA: Evet seçimi kazandık, ekseriyeti aldık fakat paşalar kahvede Ali Fuat Başgil’i tehdit etmişler. Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayacaksın demişler. Bunu Tahsin Demiray’dan dinledim. Tabanca ile tehdit etmişler. Tahsin Demiray mukavemet göstermiş ama Ali Fuat Başgil kendisini engellemiş ve “ bitti” demiş.
İH: Ragıp Gümüşpala nasıl bir parti başkanı idi.
MA: Ragıp Bey çok iyi bir insandı. Ancak Kurtuluş savaşında İsmet İnönü’nün emrinde subay olduğu için İsmet Paşa’dan korkardı. Bak bu konuda ilginç bir anımı anlatayım. İsmet Paşa Mecliste önerge verdi “ Adalet Partisi 1960 İhtilalinin yanında mı? Karşısında mı diye açıklama yapsın” dedi. Şimdi ne diyeceksin karşıyız mı, taraftarız mı desin? Gümüşpala “ ben kürsüye çıkıp açıklama yapmam, İsmet Paşa’dan korkuyorum” dedi. Kendisine bir gezi ayarladı önergeye cevap verileceği gün Ankara dışında idi.
İş Tahsin Demiray’ın başına kaldı. O da Mecliste bir hikaye anlattı:
Osmanlı zamanında Edirne valiliği yapan Paşa’nın biri kızını evlendirecekmiş. Kızını çok sevdiği için çok dikkat etmiş. Hiçbir şeyi eksik bırakmamış. Çeyizler misafirlerin görmesi için serilmiş. Çeyizleri görmeye gelenlerden bir yaşlı kadın çok güzel olan Bakır mangala bakmış ve Paşaya dönerek demiş ki Edirnenin paşası, hani bu mangalın maşası .
Tahsin Demiray bu hikayeyi anlatıp kürsüden indi. Kıyametler koptu, medya Adalet Partisine saldırıyordu. Bu hikayenin anlatılmasının büyük bir hakaret olduğu söyleniyordu. Parti de baskılara dayanamadı Tahsin Demiray’ı Haysiyet Divanına sevk etti. Bu sırada ben Ankara’da idim.
Partide aman dikkatli olun Tahsin Tüzüğü çok iyi bilir hata yapmadan atın bu adamı dediler. Ben Haysiyet Divanı Üyesiyim. Tüzüğe göre haysiyet divanının bu konuyu gündeme alma toplantısında bütün üyelerin katılması gerekiyor. Ben kimseye çaktırmadan hemen İstanbul’a geldim. Tabii arkamdan telefonla aradılar, Ankara’ya dönmem için. Ben niye aradıklarını bildiğim için telefonlara çıkmıyordum. Çok sık aranınca Konya’ya gitti dedirtiyorum, Konya’yı arıyorlar; İstanbul’a gitti dedirterek gerekli ayarlamaları yapıyordum. Ben böylece Haysiyet Divanının toplanmasını 6 ay geciktirdim. Altı ay sonra da her şey unutuldu gitti.
İH: Süleyman Demirel nasıl Adalet Partisi’nin başına geçti?
MA: Süleyman Demirel ve Saadettin Bilgiç’in isimleri başkanlık için konuşuluyordu.
Saadettin’i ben Konya’dan Liseden arkadaşımdı ama ben Demirel’i destekledim.
İH: Niçin Demirel’i desteklediniz?
MA: Amerika görmüştü, yabancı dili vardı, daha donanımlı, daha kültürlüydü, O da bizim gibi köylü idi. Saadettin Bilgiç O’nun kadar donanımlı değildi. Ben kendisini liseden tanıdığım için bir romanı başından sonuna kadar okuduğu konusunda şüphe ederdim. Şimdi ikisini mukayese edince ben Demirel’i tercih ettim.
Üç vilayet delegelerinin oyunu ben değiştirdim(Eskişehir-Kütahya-Bilecik). Vallahi ben ayarladım.. Demirel Lisan biliyor Amerika’da okumuş, DSİ’de başarılı, köyden gelişiyle ideal olarak geldi bana o zaman.
Fakat beklediğimiz Süleyman olmadı. Demirel bizim davamıza ihanet etti. Delegelerin hepsi Saadettinci geldik Demirelci gidiyoruz dediler. Demirel i mason arkadaşları çok etkilediler.
İH: Demirelin mason olduğunu desteklerken biliyor muydunuz?
MA: Benim için önemli değildi açıkcası.
Kogrede mason olmadığına dair bir belgeyi bütün delegelere dağıttı. Belgenin altında imzası olan arkadaşı ben İstanbul’da gördüm. Niye böyle bir belge verdiniz dedim. Bana cevaben Demirel geldi çok yalvardı, parti başkanı olmam buna bağlı dedi.
İH: Türkeş’in Adalet Partisine girmek istemiş. Bu konuda sizinle istişare etmiş.
MA: Biz Adalet Partisini kurduk ama Ankara’daki Genel Merkezi Sivil Giyimli Genç Subaylar basıyorlar cam, çerçeve indiriyorlar ve sandalye ve masaları kırıyorlardı. Bu çekilmez bir hal almıştı. Bu durumdan kurtulmak için Adalet Partisi askerlerle irtibat kurmak istiyordu. Saadettin Bilgiç ve Faruk Sükan o zaman Harbiye’de tarih öğretmenliği yapan Tahsin Yücel ile irtibat kuruyorlar. Amaç Adalet Partisini korumaya almak.
Bu sırada Tahsin beyde Türkeş’in çok yakın arkadaşı. Türkeş Hindistan’dan yeni dönmüş. Arayış içinde. Saadettin ile Faruk sizi Adalet Partisine kaydedelim demiş. Amaç askerlere karşı garanti olsun diye.
Türkeş İstanbul’da ziyaretler yaparken CKMP İstanbul İl Başkanının yanına gitmiş. Bu arkadaşın ismini hatırlayamadım ama Aksekili, ticaretle meşgul olan bir arkadaştı. O arkadaş benim (merhum) Prof Remzi Arık ve Tahsin Demiray ile çok yakın dost olduğumu bana çok kıymet verildiğinden bahsetmiş. İsterseniz görüştüreyim demiş. Böylece (Merhum) Türkeşle, soyadını hatırlayamadığım Hasan isimli bir avukat arkadaşın yazıhanesinde buluştuk. Türkeş bana Sükan ve Bilgiç’in içtenlikle Adalet Partisine girmesini istediklerini tekrar söyledi. O da girme arzusunda idi.
Ben merhum Türkeş’e şunları söyledim: “bu arkadaşların sizleri adalet partisine almaya güçleri
yetmez boşuna kendinizi harcatmayın. Siz 27 Mayıs ihtilalinin gür sesli ihtilalcisi olmanız nedeniyle partiye bunu kabul ettirmeleri mümkün değildir. ( O zaman ne tavsiye edersin diye sordu) Siz başkanı vefat etmiş, genç ve dinamik, %10 tabanı olan CKMP ne girin . Onlar da bu sıralar sorumluğu yüklenecek bir güçlü bir omuz arıyorlar bu nedenle bu partiye girmeniz daha isabetli olurdedim ve ayrıldım.
İH:Yakın tarihimizde ki bir çok siyasi isimle tanışıklığınız ve önemli anılarınız var peki son dönem siyasetcileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
MA: Merhum Erbakan çok bilgili bir insandı. Ama halk onu güvenilir bulmadı, öyle bir havası vardı. Ancak bir kuşak yetiştirdi. Bu günkü durum onun eseridir. Şimdiki Başbakan onun eseridir.
Cumhuriyet tarihinin en çalışkan hükümeti bu hükümet galiba!Çok çalışkanlar, Ülke İnşaat alanına döndü, yollar çok güzel oldu, sağlıkta çok ilerleme kaydedildi. Fakat hataları da var.
Sayın Başbakan çok sert konuşuyor. Geçen Suriye konusunda konuşuyordu. Hanıma döndüm galiba seferberlik var dedim. O kadar korktum. Her konuda kendisi konuşmamalı, ilgili bakanlar konuşmalı.
Bu dönemde devlete bu kadar hizmet etmiş bu kadar paşanın tutuklu olmasını doğru bulmuyorum. Bence hemen genel af çıkmalı.
İH: Abdullah Öcalan’ında mı affedilmesini istiyorsunuz.
MA: Canım Abdullah Öcalan başka. O isyancı, O’na af çıkmasına gerek yok, o iş başka bu iş başka.
O bir isyan hareketi, isyan bastırılmalı, af çıkarılmasına gerek yok.
İ.H: Yargıya intikal etmiş bir dava var. Ancak malumunuz 1960 yılında ı bir darbe yapıldı ve başbakan asıldı. Bu olayı bir kenara bırakalım ve hayal edelim bazı kişiler darbe yapacak, bu kişiler cezalandırılmayacak mı?
MA: Canım ben daha önce açıklamadım mı? Siyasiler gerekli önlemleri alsınlar, fırsat vermesinler, onlar fırsat vermezlerse darbe falan olmaz.( Mustafa Bey dahil herkes gülüşmeler)
İH: Şu anki İstanbul Barosu hakkında ne düşünüyorsunuz?
MA: Herkes “adalet iyi işlemiyor”, “Devlet devlet olmaktan çıkmış”, “adliye yürümüyor” diyor. Bir adamı tevkif etmişsin 2 yıldır içeride olmaz böyle şey!
Ben Baro Başkanını çok pasif görüyorum. Böyle durumlarda yeri göğü avukatlarla inletmesi lazım.
İH: Televizyonlara sık sık çıkıyor, yeterli görmüyor musunuz?
MA: Hukukçu isen cesur olacaksın. Hiçbir şeyden korkmayacaksın. Eski Baro başkanlarımızdan Lütfü Fikri Bey(Tunceli Mebusu) Atatürk’ün karşısından bile direnmişti. Baro normal vazifesini yapmıyor.
İH: Biraz bize Ataköy’den ve kurduğunuz Derneğin yaptığı Ataköy Camiden bahseder misiniz?
MA: Ben bu daireyi alırken iki yer vardı: Beşiktaş merkezde 180.000TL. apartman dairesini ve 400.000TL. Ataköy’deki bu daire. Ben çocuklarımı düşündüm bu daireyi aldım. Hafta sonları Bakırköy sahiline plaja giderlerdi. Çevre düzenlemesi çok iyiydi. Yeşillikti.
Bu proje Demokrat Partinin başlattığı dev konut projesinin başlangıcıdır. Emlak Bankası Müdürü Medeni Berk çok dürüst, vatanını seven ve çalışkan bir insandı. Bu projeyi o başlattı. Batı ile rekabet edecek bir proje idi. Ben avukatlığını yaptığım şirketlerden dolayı Avrupa’dan misafirlerim gelirdi. Sadece Merkezi Isıtma Sistemi olmadığı için eleştirdiler. Onun haricinde herkes hayran olurdu.
O projeler devam etse idi şimdiki çarpık Kentleşme olmazdı. Şimdi Bakırköy’ü Turistik alan yapmışlar, burası konut alanıydı. Şimdi her yer otelle dolacak.
Ataköy Camii Yaptırma Derneğine gelince; Bu camiyi yaptırmaya çalışırken çok şikayetçi olan oldu. En başta da avukat arkadaşlarım. Hepsiyle bir bir gidip görüştüm ikna ettim. Kısaca camiyi yaptırmak kolay olmadı( Şimdi de büyük sitelerin camii yaptırmama direnişi var. Tarih tekerrürden ibaret galiba)
[Değişebilir Kesme]Camii yapıldıktan sonra karşı çıkanlardan çoğu gelip iyi ki yaptırmışsın dedi. Bir avukat arkadaşım kütüphanesinden çok istifa ediyorum demişti. Sonra çoğu karşı olduklarına pişman oldular.
İH: Mustafa Bey daha önce konusu geçti ama biz yine soralım Kürt Meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
MA: Bunlar Said Nursi gibi değil, O da Kürt idi ama Osmanlıya saygısı vardı. O Halk Partinin ateşli taraftarlarına karşı mücadele etmişti. O da benim gibi Osmanlı Milliyetçisiydi. Hiçbir zaman Kürtcülük yapmadı. Memleketini severdi. Şimdi O’nun misyonunu Fetullah Gülen Bey devam ettiriyor.
Daha öncede dediğim gibi bu bir isyan hareketidir.
Güneydoğuda özgürlüklerden en ufak taviz verilmeden önce asayiş sağlanmalıdır. O bölgede halkın can güvenliği mutlaka emniyet kuvvetleri tarafından korunmalıdır.
Bölge halkının can güvenliği sağlanmış olsa idi BDP nin şimdi çıkardığı milletvekillerinin yarısını çıkarbileceğini düşünüyorum.
BDP milletvekili arkadaşlarda bu milletin vergilerinden maaş aldıklarını unutmamaları, sorumlu davranmaları gerektiğini düşünüyorum.
160 tane milletvekili Kürttür, içlerinden bir sürü bakan, hatta cumhurbaşkanı çıkmıştır. Problem nedir?
Benim sınıf arkadaşım Ferit Kubat Diyarbakırlıydı , Edirne Valiliği ve İki dönem İçişleri Bakanlığı yaptı.7
İH: Anadilde eğitime ne diyorsunuz?
MA: Eğitim Resmi dilde olur. Sen kültürel olarak diline başka yerlerde yaşatırsın.
İH: Halk Partisinin son durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
MA: CHP Milletin kendisi ile eşit olduğunu kabul ederek hala terk edemedikleri vali kaymakam gibi kendilerini üstün görmekten vazgeçmeliler. Bürokratik kafayı terk etmeleri lazım.
CHP tarihi misyonunu bitirmiştir. Bu partinin Atatürk’ün bağışladığı paralardan vazgeçerek -bir hayır kurumuna da bırakabilirler- kendini hemen feshetmelidir.
CHP kendini feshederse Türk Siyasi Hayatı normalleşir. Bu sayede halk ile kaynaşır.
CHP’nin feshedildiği gün kurucuları da bu sayede gereksiz tenkitlerden kurtulmuş olur.
İH: Bu heyecanlı, tarih dolu sohbetimize devam etmek isterdik ama sizi de fazlasıyla yorduk. Bize son olarak unutamadığınız bir davanızı anlatabilir misiniz?
MA: Benim unutamadığım dava Merhum Kazım Karabekir Paşa’nın kitabı İstiklal Harbi adlı kitabının Atatürk Kanuna Muhalefeti dolayısıyla kitabın naşiri Tahsin Demiray aleyhine açılan amme davası açılmış ve bu büyük eser İstanbul Adliyesi depolarına konmuştu.
Bu davadayı (Tahsin Demiray’ın) vekili olarak ben takip ettim. Mahkeme heyetine “Bu kitap İstiklal Harbimize ışık tutan bir belgedir. Vereceğiniz kararda çok tarihi bir mesuliyet vardır. Böyle bir kitabın halktan kaçırılması çok tarihi bir mesuliyeti getirir. Bırakın milletimiz kitaptaki olayların değerlendirmesini kendi yapsın, doğru yada yanlış olduğuna kendi karar versin dedim.”
Mahkeme beraat kararı verdi. Kitapları Adli Emanetten aldım. Kitap satışa ahzedildiğinde meslek hayatımın unutamayacağım anılarımdan birini yaşamış oldum.
İH: Sizin gibi değerli bir hukukçunun yakın tarihimize dair anı ve tespitlerini dinlemek çok
heyecan vericiydi. Bize zaman ayırdığınız ve evinizde ağırladığınız için çok teşekkür ederiz.
MA: Bir daha böyle Ramazan ayında gelmeyin, ağzınız açıkken gelin. Ne ikram yapabildik ne başka bir şey, hiçbir şeye benzemedi böyle. Sizleri yine beklerim.
(Bu röportajı İdeal Hukuk Dergisi adına, Şebnem Taşan Kurt, Cihad Madran ve Nuray Ergin gerçekleştirmiş olup kaynak belirtilerek alıntılanabilir.)